Çok eski çağlardan beri, bütün toplumlarda aile, erkeğin egemenliği ve kadının tutsaklığı temeli üzerine kurulmuş sosyal bir bütün olarak yaşamını sürdürüp gidiyordu. Bu durum, yüzyıllar boyunca, hep bu temelde kurulu olarak yaşadı. Ailenin bu kurulu düzeni, sanki bir alın yazısı, değişmez, dinsel bir kural olarak kabul ediliyordu. Boşanma kurumunun da tarihi bu süreçte yazılmaya başlandı.
KADININ TOPLUM İÇERİSİNDE GÜÇ KAZANMA SÜRECİ
Ne Oldu Da Erkek Egemenliği Düşüşe Geçti?
Avrupa’da Hümanizm akımı, Rönesans ve Re formasyon çağı, akılcılık felsefesi, ailenin erkek egemenliğine dayanan yapısını değiştirecek köklü bir reform getirmekteydi. 1789 Fransız Devrimi de «özgürlük, adalet, eşitlik ve kardeşlik» ilkelerini kendisine bayrak yaptığı halde, sanki bu ilkeler yalnız erkekler için varmışcasına, kadının toplum içindeki «ikinci sınıf vatandaş »lık durumunu değiştirecek reformlara girişmedi.
Bu Devrimin ardından gelen İmparatorluk döneminde, bugün hâlâ yürürlükte bulunan ve adına «Na-pûlyon Yasası» (Code Napoleon) denilen 1804 tarihli Fransız Yurttaşlar Yasası (Medenî Kanunu) hazırlanırken Napolyon’un, bu Yasayı hazırlayan komisyona direktif niteliğinde söylediği şu sözler çok ilginçtir: «Bir erkek karısına: ‘Madam, bugün sokağa çıkmayınız; Madam, bugün tiyatroya gidemezsiniz’ diyebilmelidir.»
‘O tarihten bu yana Fransız Yurttaşlar Yasası çok büyük değişikliklere uğradı. Fransız kadını, 1804’teki duruma göre geniş özgürlükler kazandı. Bununla birlikte orada bugün bile birçok konularda eski eşitsizliğin izleri silinemedi.
İngiltere’de ve öbür Batı ülkelerinde de durum pek farklı değil. Gerçi, birçok ülkede kadın, erkeklerin sahip olduğu hak ve özgürlüklere, bu arada siyasal haklara da sahip oldu. Ama bugün İngiltere’de hâlâ kadın işçilerin erkeklerle eşit ücret alabilmesi tartışma konusudur.
Demek ki, yalnız aile içinde değil, toplum yapısında da kadın-erkek eşitliği, birçok bakımdan, yasa maddelerinin satırları arasında kalmakta, bu eşitlik eylemli olarak gerçekleşmemiş bulunmaktadır.
Türkiye’de de durum yukarıda anlatılanlardan farklı değildir. Gerçi Anayasa, öbür yasalarımız ve Yurttaşlar Yasası, kadın-erkek eşitliğini koymuş ise de, acaba bu eşitlik, eylemli olarak ülkemizde var mıdır? Kadın – erkek eşitliğini ilke olarak benimsemiş olan Türk Medeni Kanunu bile evli kadınla kocası arasında tam eşitlik koymamış, eski erkek egemenliğinin izlerini yansıtan kurallar da koymuştur.
Ard Arda Gerçekleşen Dünya Savaşları Kadının Toplumdaki Yerini Kuvvetlendirdi
Çağımızda, evlilik içinde erkek ve kadının eşit haklara sahip olması düşüncesi günden güne güçlenmekte ve yer kazanmaktadır. Beş bin yıl boyunca olmayan şey, son elli yılda gerçekleşmiş ve toplumlarda bu konuda yepyeni bir zihniyet oluşup yerleşmeye başlamıştır. Bunun en büyük nedeni, 20. yüzyılın birinci yarısında, ,25 yıl ara ile geçirilen iki Dünya Savaşıdır. Eski çağ savaşlarında kadın evinde oturur, sefere giden kocasının dönüşünü bekler, çocukların ve yuvanın bekçiliğini yapardı. Oysa, 20. yüzyıldaki savaşlar eskisi gibi yalnız karada ve denizde değil, havada da yapıldığından, «cephe» ile sınırlı kalmayıp, cephe gerilerine taşmış, ve böylece eskiden «orduların savaşı» niteliğinde olan çatışmalar şimdi «ulusların savaşı», yani kadını ve çocuklarıyla birlikte halkların savaşı niteliğini almıştır. Buna «topyekûn savaş» deniliyor.
Durum bu olunca, toplumun bir üyesi ve erkekle aynı zekâya ve yeteneklere sahip olan kadın, savaş sırasında, ülkede erkeğin boş bıraktığı hemen bütün işleri yapmaya başlamış, kırsal üretimden, savaş araçları ve savaş makineleri üretimine kadar bütün uğraşı ve çalışmalarda etkin yerini almıştır. Bunun sonucu olarak yalnız kadınlarda değil, erkeklerde de zihniyet değişmiş, kadının saygınlığı daha da güçlenmiş ve artmıştır.
Cinsel Açıdan Eşitlik Devrimi
Son beş – on yıldan beri sözü edilen «seks devrimi»de bu zihniyet değişikliğinin bir ürünüdür. Seks devriminden maksat, kadın-erkek arasındaki cinsel eşitliktir. Erkek, toplum içinde cinsel açıdan hangi haklara sahipse, kadın da o hakları istiyor. Örneğin, evlilikten önce, istediği erkekle cinsel yakınlık kurmak gibi. Şimdi kullanılan doğum kontrol hapları da bu isteklerin uygulanmasını kolaylaştırıyor. Seks devriminin de aileye yansımamasına olanak yoktu.
Uzun yüzyıllar kadın üzerinde kurulmuş olan baskının kalkması, kadının kendisini birdenbire cinsel özgürlük havası içinde bulması, seks devrimini körükleyen nedenlerden biridir. Kapitalist toplumlardaki kazanç hırsı da, seksin, kitapla, resimle, sinema ile bir sömürü aracı olarak kullanması sonucunu doğurmuştur. Bu da seks devrimini körükleyen başka bir etkendir.
Ne var ki, adına, bence yanlış olarak, «devrim» denilen bu akıma kapılanlar, aşırılıktan kendilerini kurtaramayınca, aile içinde mutlu olamamakta ve böylece aile kavramı gittikçe başka bir renk almaktadır.
EVLİLİK KURUMUNUN TARİHTEKİ YERİ
Ailenin çekirdeği olan evlilik, cinsiyetleri ayrı iki kişinin bir ömür boyu birlikte yaşamasını gerektiren güç, çetin bir kurumdur. Hele çocukların sorumlulukları da buna eklenince, bu çetinlik büsbütün ağırlaşır.
Bunun doğurduğu sorumluluğu göğüsleyebilmek, ancak erkeğin ve kadının tam bir eşitlik içinde, özveri ruhu ile dolu olmasına bağlıdır. Doygunluğunu ailede bulan kişi, ailenin çilesine katlanır. Çocuk sorunu olmasaydı, belki insan topluluklarında «evlilik» kurumu denilen hukuksal kurum da olmazdı.
Doğa yasalarına göre, bütün canlı varlıklarda yeni kuşakların üremesi ve bu varlıkların sürüp gitmesi, erkekle dişinin birleşmesine bağlıdır. Şu halde aile kurumu insanlar için sanki doğal bir kurum olarak varolagelmiştir.
Evlenmeden Yaşamlarını Sürdüren Toplumlar Nasıl Sorunlarla Karşılaşıyor?
Bugün birçok toplumda birçok çift, ortak yaşamlarını evlenmeden sürdürmekte ve doğan çocuklarını da büyütmektedirler. Ama bunun sakıncası, onların ölümünden sonra miras gibi, kan ve soy karışımı gibi noktalarda çocuklar için etkili olmaktadır. Şu halde aile ve evlilik kurumu, ne denli çileli de olsa, yalnız sosyal, ahlâksal veya dinsel görüşlerin değil, doğal bir zorunluluğun ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.
BOŞANMA KURUMUNUN TARİHTEKİ YERİ VE ÖNEMİ
Önce yasal olarak birleşip sonra geçinemeyen kişileri bütün bir ömür boyu bu çileli cehennem hayatı içinde yaşatmanın anlamı yoktur. Onuncu yüzyıldan beri, Katolik hukuku, bir kez kurulan evliliğin bir daha bozulamayacağı görüşünü değiştirmemiştir. Oysa, evlilik nasıl bir sosyal ve doğal zorunluğun ürünü ise, boşanma da ailenin çilesi olmakla birlikte aynı derecede bireysel ve sosyal bir gereksinmedir.
İlk Çağda Boşanma
İlkel insanın boşanması olayı; istediği zaman müşterek konutu terk etmesinden ibaret bulunuyordu. Uyuşmazlık: Ev eşyası ya da eğer varsa çocukların paylaşılmasına ilişkin törelere aykırı davranışlardan çıkabilirdi. Ancak bu şekildeki uyuşmazlıkların varlığı, boşanma ya da konuttan ayrılma halinin gerçekleşmesine her hangi bir engel oluşturamazdı.
Müşterek konutu terk eden kadın yönünden, kocanın yapabileceği tek şey; onu yeniden birliktelik için bir takım aracılar ya da armağanlar ile ikna etmekten ibaretti. Eğer bu girişimler sonuçsuz kalırsa, artık eski karı kocaya düşen; yeni bir evlilik kurabilme yollarını aramaktı.
Eski Mısır’da Boşanma
“Firavunlar Mısır’ında; evliliğin resmi ya da dinsel herhangi bir işlemle belgelenmiş olduğu sanılmamaktadır.” Buna karşılık; boşanmalar sonunda yapılan mal paylaşımına ilişkin tutanakların bolluğu dikkati çekmektedir.
Uygulanan yönteme göre; boşanan eşler evlilik birliğine getirdikleri mallarını aynen geri alıyorlar ve evlilik birliği içinde edinilen mallar da 2/3 ü erkeğe ve 1/3 ü ise kadına verilmek suretiyle paylaştırılıyordu.
Boşanma halinde çocukların velayetinin babaya verilmesi ise kural durumundaydı. Bu bakımdan, eski Mısır’da; eşlerin serbestçe evlenip yine serbestçe boşandıkları ve evlenmek ya da boşanmak konusunda devletin herhangi bir müdahalesinin olmadığı anlaşılmaktadır. Öyle ki, Eski Mısır’da aile içindeki geçimsizliğin olduğu kadar diğer uyumsuzlukların da bir boşanma nedeni olarak incelenmesi gereksiz bulunmaktadır.
Sümer, Babil’de Boşanma:
1947 yılında yapılan kazılar sırasında bulunan Sümer Kıralı Lipit-Iştar’ın yasalarının, Hammurabi yasalarından daha eski olduğu kabul edilmektedir. Ancak öyle olsa bile, yine de, Mezopotamya kavimlerinin üzerindeki etkisi ve onların çağlar boyunca yaşadıkları toplumsal olguları bize aktarımı yönünden Hammurabi yasları o dönemler için başlıca kaynaklardan biri olmayı sürdürmektedir. Bu nedenledir ki; bu yasalardan yapılacak alıntılarla Mezopotamya kavimlerinin, aile yaşantısı ve boşanmaya ilişkin uygulamaları hakkında bilgi sahibi olunabilir.
Hammurabi yasalarındaki: “Eğer bir adam, bir kadın alır fakat sözleşme yapmazsa, o kadın zevce değildir” hükmü; bu yörede devletin, erkek-kadın birleşmelerini resmi bir evlilik konumuna getirmek için önlemler almış bulunduğunu ortaya koymaktadır.
Yine aynı yasalar; ailenin korunmasına ilişkin hükümler de içermektedir. Bu yasalarda ayrıca; boşanmaya ilişkin bir takım kurallar konularak bu önemli olgu devletin denetimi altına alınmıştır.
Yine Hammurabi yasalarına göre; kadın, ailenin yiyecek, içecek ve barınma gereksinimlerini sağlamayan ya da evini uzun zaman terk eden kocasından ayrılma hakkına sahip bulunuyordu. Buna karşılık koca da; kendisine çocuk doğurmayan, eviyle ilgilenmeyen, eşini küçük düşüren, sokak sokak gezen karısını boşayabiliyordu. Ancak; kısırlığı sebebiyle boşadığı karısına daha önce saptanan başlık parası katar ödence ile çeyizini geri vermek zorundaydı. Buna karşılık kocanın, sayılan diğer nedenlerle boşanma halinde; kadına boşanma ödencesi ve yol parası gibi bir para vermek zorunluluğu bulunmuyordu.
Bu tür boşanmalarda tarafların devletin herhangi bir kurumuna ya da mahkemeye başvurulması da gerekli değildi. Ancak; Bir adam, ona çocuk doğuran bir kadını boşamak istediğinde; kadına çeyizini olduğu gibi, malının yarısını da vermek durumundaydı. Keza; “Eğer bir kadın, kocasından nefret edip; – sen beni karılığa alamazsın derse; onun kayıtları, bölgesinden incelenecek; eğer o kadın evinde ve kendine dikkatli ise evini ve iffetini koruyorsa ve kabahati da yoksa ve kocası evinden çıkmaya düşkünse, onu çok küçültüyorsa,… çeyizini alıp babasının evine gidebilecekti”
Yasanın açık söyleminden de anlaşıldığı üzere; tarafların herhangi bir sebebe dayanmaksızın yaptıkları ve “Geçimsizlik” haline özgü olan bu boşanmaların gerçekleşmesi için; devlet kurumlarınca onaylanmaları gerekiyordu. Yani modern anlamında bu tip boşanmalar ancak mahkeme hükmü ile mümkün olabilen resmi bir işlem niteliğindeydiler.
Hammurabi yasalarına göre; boşanmanın devlet otoritesi tarafından kararlaştırılması ya da boşanma işleminin devlet kuramları tarafından gerçekleştirilmesi ancak; taraflar arasında bir mal varlığı uyuşmazlığı olduğunda söz konusu olabiliyordu.
Antik Athenai Toplumunda Boşanma
Eski Yunan Hukuku açısından, evlenme ve boşanma çeşitli Polislerin özgün kurallarıyla düzenlenmişti. Ne var ki bunlardan Sparta, daha önce de söz konusu edildiği üzere; tümüyle değişik ve uç noktalarda sayılabilecek geleneklere dayanmakta olduğundan inceleme konusu dışında bırakılabilecek bir nitelik gösteriyordu.
Diğer Hellen kentlerindeki insanların uyguladıkları evlilik ve boşanmaya ilişkin kurallar yönünden ise; Athenai yasaları örnek olabilecek durumdaydı.
Athenai’ de gerçek bir yurttaş yönünden evlilik, bozulmaması gereken bir kurum olarak düşünülürdü. Keza Athenai’lı kadınlar da yaşamları boyunca, bekarlıklarında baba ya da oğul ve erkek kardeşlerinin, evlendikten sonra ise kocalarının vesayeti altında bulunuyorlardı. Onun için kadının boşanması bir yerde vasiler yönünden yeni bir takım çözümsüzlükler yaratabilecek bir konuydu.
Bu bakımdan evlilik birliğinin bozulması ya da boşanma genelde hoş görülmeyen bir durumdu. Ama bütün bunlara karşılık; Athenai’da boşanan insanların sayısı yine de az değildi.
Kan ile kocanın karşılıklı olarak anlaşmaları halinde olduğu gibi; kocanın tek taraflı beyanı da boşanma için yeterliydi. Ancak erkeğin tek yanlı beyanıyla yapılan boşanmalarda; kocanın boşadığı eşine Drahoma denilen ve evlilikten önce kız tarafın erkeğe verdiği parayı geri vermesi şarttı.
Bu şekil ve usullere uygun olarak yapılan boşanmalar için mahkeme yada başka bir merciden karar alınmasına da gerek bulunmuyordu. Beyamn yapılması ve kadının müşterek konutu terk etmesiyle boşanma tamamlanırdı.
Erkeğin rızası olmaksızın; kadın tarafından boşanma isteğinin ortaya çıkması halinde ise devletin müdahalesi başlardı. Bu konuda yine kadının başvurusu üzerine, Arkhon denilen yüksek bir memur ya da mahkemenin karar vermesi gerekiyordu. Ancak yineleyerek belirtmek gerekir ki; Athanai’daki boşanma uyuşmazlıkları da; eşlerin yaşam ortaklıklarının ve sevgi bağlarının niteliğinden çok; genelde mal paylaşımı ve kadını temsil eden vasiler ile koca arasında ki parasal anlaşmazlıklardan kaynaklanan davalar şeklinde ortaya çıkmaktaydılar.
Roma Devletinde Boşanma
Roma’nm Cumhuriyet döneminde aile, Patria Potestas kavramıyla ifade edilen ve baba egemenliği demek olan bir yönetim yapısına sahip bulunuyordu. Ne var ki; babanın egemen olduğu kimseler üzerinde öldürme hakkını bile içeren Patria Potestas’ın bu denetimsizliğine karşı; kadın, evin Matrona’sı yani hanımı olarak diğer aile üyelerine göre kocasına karşı bazı özel haklarla korunmuştu.
Nitekim ailenin annesi durumunda olan eş; kocanın Patriya Potestas’ına değil fakat ondan daha yumuşak bir yönetim gücünü simgeleyen Manus’a tabi bulunuyordu.
Roma hukukçuları evliliği: Evlenme erkekle kadının birleşmesidir; bütün hayat müddetince devam edecek bir birlikteliktir. İlahi ve beşeri hukukun beraberliğidir”! şeklinde tanımlıyorlardı. Bunun içindir ki; ilk dönemlerde boşanma ilke olarak kabul edilmemişti. Ancak kocalar; karının çocuğunu atması, zehirleme suçunu işlemesi, sahte anahtar kullanması ve zina yapması gibi nedenlerle boşanma hakkına sahip bulunuyorlardı.
Ne var ki; Kartaca savaşlarından sonra ortaya çıkan yeni durum ve özellikle Roma’nın bir imparatorluk haline gelmesini izleyen dönemlerde ulaşılan siyasal güç ve büyük zenginlikler; eski Roma geleneklerinin geniş ölçüde değişmesine neden oldular. Bu ise; doğal olarak, aile yaşamında da yeni değişim ve gelişmeleri getirdi.
Öyle ki bu dönemde kadınlara da boşanma davası açma hakkı tanınırken; kocanın uzun süre askere alınması gibi durumlar bile bir boşanma sebebi olarak kabul edildiler. Özellikle imparatorluk döneminde; artık eşler aralarında anlaşmak suretiyle ve yalnızca karşılıklı beyanlarla boşanabiliyorlardı.
Ancak belirtilmesi gerekir ki; tarih öncesindeki İtalya topraklarında, tıpkı diğer ülkelerde de olduğu gibi, halk serbest bir cinsel hayat yaşamıştı. Öyle ki bu toplumda, evlenmek bir anlamda kadının bir erkek tarafından satın alınması ya da kaçırılması veya başka bir şekilde ele geçirilmesinden ibaret bir olay olarak görülüyordu.
Onun içindir ki yukarıda açıklanan bazı katı gösterişli kurallara karşın: “Romalılar, cinsel içgüdüye, tabii bir kuvvet gibi bakıyorlar, son derecede önemli bir durum olmadıkça devletin bile kısıtlayamayacağını düşünüyorlardı.
Cinsel hayattan faydalanmak insanlığın tabii hakkıydı, bu hak kadın için de erkek için de aynıydı. Bu bakımdan, Roma, bakirelik üstünde olsun, evlilik sadakati konusunda olsun, titiz davranmıyordu.
Erkek kadın uyuşamıyorlarsa, ya da birbirlerini tatmin etmiyorlarsa, yapacakları şey, eş değiştirmekti. Bir takım karmaşıklıklara neden olsa bile bu, cinsel açlıktan daha iyi” görülüyordu. Ancak bu görüşleri, Romanın klasik tutucu ve güçlü aile birliği ahlakıyla bağdaştırmak için de çok özel yöntemler geliştirilmişti. Şöyle ki; daha çok soylu ve zengin ailelerin uyguladıkları “Manuslu Evlenme” denilen usulde; bir kadın aileye o ailenin bir kızı olarak gelin getiriliyor ve böylece bir nevi Patria Potestas altına giriyordu.
Bu yöntem; gelinin ailenin bir ferdi olarak kabulü gibi soylu bir görünüm vermesine karşılık; aslında aile reisi olan kocaya gerektiğinde onu “satabilme” yetkisini de veren bir durum yaratıyordu. Çünkü Roma geleneklerine göre; baba Patria Potettas yetkisine dayanarak isterse kızını satabilme hakkına sahipti. Onun içindir ki; eşini normal yollarla boşayamayan koca; karısını satmak suretiyle ondan kurtulma olanağına kavuşuyordu.
Bu usul aynı zamanda, kocasından memnun olmayan bir kadının, onu ikna ederek, boşanabilmesinin de bir yolu haline gelmişti. Şöyle ki; koca karısını bir tanıdığına köle olarak satıyor ve sonra da o tanıdık kimse, satın aldığı kadını “Azat etmek” suretiyle yeniden özgürlüğüne kavuşturuyor ve böylece onun bir başkasıyla yeni bir evlilik yapmasına fırsat hazırlıyordu. Nitekim; ünlü Cato’nun oğlu, eşi Marcia’yı bu yolla sevgilisi Hortansius’a devretmiş olduğu gibi; büyük imparator Octavius da sonradan imparatoriçe olan karısı Livia’yı ilk kocası Claudius’tan bu yolla devralmıştı.
Roma tarihine ve Romalılardın cinsel anlayış ve aile kavramlarına hiç de uygun görünmeyen bu yöntem; gereksiz ya da insan doğasına aykırı yasaklamaları ve şekilciliği kaldırmak adına nasıl bazı ahlak dışı davranışlara sebep olunabileceğini gözler önüne sermekte güzel bir örnek oluşturmuştur.
Kaynak:
- Şiddetli Geçimsizlik – Y. Şahin, Honig, Levvinshon, Paribeni, Erdem, Kramer